Biz de bu operasyona CHP olarak, “içimiz yana yana” onay verdik ve askerlerimiz için hayır duaları ettik. Türkiye’nin bu hamlesiyle, Suriye tarihi yeni bir döneme girdi.
Biz de bu operasyona CHP olarak, “içimiz yana yana” onay verdik ve askerlerimiz için hayır duaları ettik.
Türkiye’nin bu hamlesiyle, Suriye tarihi yeni bir döneme girdi. Türkiye’nin Suriye ile ilgili hesabı, Tayyip bey ve Esat hesaplaşmasından daha derinlere gitmektedir.
Suriye operasyonlarını, Davutoğlu’nun hatası, Tayyip beyin tek adamlığı, Sünni Alevi çekişmesi, Kürtlerin özerkliği vb. tanımlamalar üzerinden değerlendirmeyi bırakmanın zamanı geldi.
Artık, hem bugünümüzle hem de geçmişimizle yüzleşme zamanı da geldi.
Bugünle başlayalım ve soralım;
Biz Suriye sorununu Esat’la görüşerek şıpınişi çözebilir miyiz?
CHP yönetiminin partililerimize zımnen kabul ettirmeye çalıştığı sorunun cevabı “evet”tir.
Ama gerçek cevap net olarak “hayır”dır.
Esat, CHP’nin savunduğu değerler sisteminin hiçbirisiyle uyuşan bir profil değildir. Esat konusunda, “uzayan kol bizden olsun” diyerek parti felsefemizi bir kenara bırakamayız.
Esat, bir diktatörün oğludur ve babası ölünce, emperyal devletler tarafından bir “veliaht prens” gibi gönderilip koltuğa oturtulmuş bir kukladır. Esat, Suriye’de demokrasinin bilinen kurallarıyla seçilmemiştir, yapılan seçimlerin tamamı da güdümlüdür . O da babası gibi; siyasi tarihteki benzerleri gibi bir diktatördür.
Esat, öyle ya da böyle ülkesini iç savaşın gölgesinde yönetmektedir ve hiçbir kararını kendisi vermemektedir. Üstelik, ülkede devam eden iç savaş koşullarında imza attığı kararların yol açtığı katliamlardan dolayı bir “savaş suçlusudur” ve mutlaka yargılanmalıdır.
Kürtler dahil, hiçbir etnik grup Esat’ın pervasız saldırılarından kurtulamamıştır. Tıpkı benzerleri gibi o da yargılanacaktır, bunu göreceğiz.
Geçmişimize dönelim.
Yıl 1921. Türkiye Sakarya meydan muharebesini kazanıyor ve yeni kurulan Sovyetler birliği TBMM hükümetine desteğini açıklıyor. Ermenileri kışkırtıp Fransız üniforması giydiren Fransa tutuşuyor ve masaya oturuyor. 20 ekim 1921’de Ankara antlaşması imzalanıyor ve Fransa’nın kontrolü altında bulunan Suriye ile Türkiye sınırı çiziliyor.
Anlaşmayı TBMM hükümeti adına daha sonra Tengirşek soyadını alacak olan Yusuf Kemal bey imzalıyor.
Alelacele yapılan bu anlaşmanın en önemli sonucu, buradaki Türk birliklerinin hızla batıya kaydırılması ve Yunanlıların İzmir’de denize dökülmesi oluyor.
Milli kurtuluş savaşı bitip Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra Atatürk tüm dikkatini bu sınıra odaklıyor.
Lozan görüşmelerinde İngilizlerin bölgeye 300 bin Ermeni’yi iskan etme teklifi savuşturulduktan sonra Ankara anlaşmasıyla özerk bir bölge olarak kurulan Hatay cumhuriyeti Türkiye’ye iltihak -katılma- ediyor. Atatürk’ün ölümünü takiben Türkiye’nin bu sınıra olan ilgisi azalarak da olsa devam ediyor.
Bölge ölçeğinde ABD’nin telkiniyle ve hatta güdümüyle kurdurulan, CENTO gibi, Sadabad paktı gibi kurumlar eliyle Türkiye Cumhuriyetinin genetiğinden gelen “dikkat”i dağıtılmaya, uyuşturulmaya çalışılıyor.
Burada bir parantez açıp belirtelim; bu açıdan bakıldığında, Kemal beyin bölge için yaptığı “bölgesel işbirliği” önerisi bir dil sürçmesi değilse eğer “çok vahim” çağrışımlar yaptırmaktadır. Parantezi kapatıp devam edelim.
Ne zaman ki, İran ve Irak(Suriye hariç) köklü rejim değişikliklerine uğruyor, ABD güdümündeki uyduruk “bölgesel teşkilatlar” yerle bir oluyor, Türkiye tekrar bu sınırdaki dikkatini topluyor.
Devlet, 98 yıl önceki Ankara anlaşmasını ve 21 yıl önceki Adana mutabakatını masanın üzerine koyuyor.
Adana mutabakatıyla resmen Suriye’den çıkartılan PKK, ABD’nin desteğinde Suriye’ye geri dönmüştür ve bugün itibariyle Suriye ile Türkiye arasındaki “tartışmalı” bölgede batıya sempatik gelen kantonları kurmuştur.
Türkiye’nin yaptığı operasyonun dayandığı; tarihi, hukuki ve sosyolojik okumanın özeti budur.
Biz CHP’yiz. Türkiye Cumhuriyeti tarihi bizim tarihimizdir. Hafızası, hafızamızdır. Bu hafızayı günün iktidarlarına bırakıp başkaları gibi “balık hafızalı” davranamayız. Günün gelişen olaylarını tarihsel bağlamından kopartarak çözümleyemeyiz.
Kişisel tarihimiz ömrümüzle sınırlıdır. Öldük mü, hatalarımızla sevaplarımızla gömülürüz.
Halbuki “kadim” devletler öyle değildir. Devletlerin tarihi, özellikle Türk devletlerinin tarihi binlerce yıla dayanmaktadır ve süregelen bir “devlet aklı” ve “hafızası” vardır.
Eğer Suriye ile ilgili bir konferans düzenliyorsanız, davetlilerin baş köşesinde, gazeteciler, muhabirler, muhbirler değil, “tarihçiler” olmalıdır.
Türk Tarih Kurumu, Atatürkten gelen miras yoluyla manevi korumamız altındadır ve bu konuya münhasıran çok doyurucu yayınları vardır.
Ayrıca uluslararası alanda söz sahibi tarihçilerimizin olduğunu unutmuşa benziyoruz.
Bu ayrıntıya dikkat edilseydi, Suriye konferansı sonuç bildirgesi çöpe gitmezdi.
Tarih, önümüzden akıyor ve bilinmelidir ki, artık biz herşeyi “umursuyoruz”.
Umur!
Var!
Haydi!
Metin Lütfi Baydar