Partimize içerden ve dışarıdan musallat olan birtakım liberal akademisyenler, ikinci cumhuriyetçiler de diyebiliriz, eş zamanlı olarak iki ayrı tartışma başlattılar.
Partimize içerden ve dışarıdan musallat olan birtakım liberal akademisyenler, ikinci cumhuriyetçiler de diyebiliriz, eş zamanlı olarak iki ayrı tartışma başlattılar.
Aslında birbirlerinden ayrı gibi görünen bu tartışmalar, “güdümlü” birer mermi gibi partimizin 6 okta ifadesini bulan temel ilkelerini sarsmayı amaçlamaktadır.
Hatırlayalım 6 oku;
1. Cumhuriyetçilik
2. Halkçılık
3. Milliyetçilik
4. Laiklik
5. Devletçilik
6. İnkılapçılık.
Bunlardan ilk dördü 1927’de, son ikisi 1931’de partimizin proğramına girmiştir.
Akabinde, 1937’de Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına eklenmiştir. 1961 Anayasasında bu altı ilke yer almamıştır.
Partimizin izlediği politikalara bakıldığında, tek tek ilke bazında “azımsanmayacak” sapmalar içinde olduğumuzu görürüz.
Cumhuriyetçilikten başlayalım;
Cumhuriyetçilik ilkesi hem ideolojik, hem de pratik politik uygulamalar açısından rafa kalkmış durumdadır.
İdeolojik olarak partimizin verdiği görüntü “İkinci” Cumhuriyetçiliktir. Pratik karşılığı da lafız olarak “sol” soslu liberal demokratlıktır.
Cumhuriyetçilik’in temeli, ülke yönetiminde her kademede “seçim” dir. Devletin seçilmişler eliyle yönetilmesi esastır.
CHP, sadece devlet aygıtında değil parti yönetiminde de bunu içselleştirmişti-r-.
Kemal bey, CHP’nin ve ülkenin önüne 2023 seçimleri için “cumhuriyeti demokrasiyle taçlandırmak” gibi oldukça parlak bir hedef koymuştur. Ama, parti içinde, özellikle tüzük uyarlamaları adı altında cumhuriyetçilik ruhunu öldürmüş ve bundan sonra ülke genelinde yapılacak her seçimde, ittifakları bahane ederek, resmen ve fiilen, önseçim yapılmasını imkansız hale getirmiş ve MYK eliyle kendisini “tek seçici” yapmıştır. Deyim yerindeyse, partimizde cumhuriyetçilik ruhu “oligarşi” ile taçlandırılmıştır.
Oligarşik parti yönetimiyle, ülkeyi demokrasiye götürme iddiasında bulunmak, en hafif ifadeyle abestir. Parti tarihimiz, bu tür uygulamaların en kısa sürede buruşturulup çöp tenekesine atıldığı örneklerle doludur.
Halkçılık’ı geçelim. Şimdilik Partimizin yarı “uyanık”, yarı “uykuda” olan tek ilkesidir. “İdareyi maslahat” yapılıyor, “gün kurtarılıyor” desek, yeridir.
Milliyetçilik’i sona alıp devam edelim.
Laiklik?
Geldiğimiz nokta şudur; inançlara saygılı bir laiklik! Partimizde Laiklik’e inanç kapısından dalıp içini boşaltmanın hem teorisi, hem de pratiği geliştirilmek istenmektedir.
Yakından bakalım;
Laiklik, en net ifadesiyle dinle devlet ilişkilerinin/işlerinin birbirinden -kesin olarak- ayrılmasıdır. Sadece partimizin değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin de en ayırdedici özelliği budur.
Partimizi temsil eden şahsiyetlerin, resmî sıfatlarıyla türbe, cami ziyaretleri, kamuya açık alanlarda Kuran tilavetleri, azınlık din mensuplarının ruhani önderleriyle yerli yersiz buluşmaları, inançlara saygı kisvesi altında laikliğin ayaklar altına alınmasından başka birşey değildir.
Zaten, küçük büyük her düzeydeki; genel başkan dahil bütün partili yöneticiler, içten gelen “gür” bir sesle “laiklik” sözcüğünü telaffuz etmeyi bırakmışlardır.
Devletçilik’te de durum içaçıcı değil.
Yakından bakalım;
Devletçilik, devletin ekonomik ve sosyal hayata, topyekun kalkınmayı ve refah devletini hedefleyen müdahalelerde bulunmaktır. Biz totaliter devleti değil, sosyal devleti savunuyoruz. Biz sermaye guruplarının değil, halkın çıkarlarını esas alıyoruz.
Devletçilik’te büyük sermaye guruplarıyla “al takke ver külah” ilişkisi yoktur.
Amaç refah toplumudur. Sermayeyi tabana yaymak, yoksullukta değil, refahta eşitlikçi yaklaşım esastır.
Son ilke inkılapçılık, yani “devrimcilik” ilkesini unutmak üzereyiz. Biz artık “reformist”iz.
Devrimcilik, şairlerin dizelerinden bir “bukle” ile ateşli gecelerde atılan bir slogana dönüşmüştür.
Yazının başındaki konuya dönelim: “Milliyetçilik, vatanseverlik ve Kürt meselesinde 3. yol arayışı”.
Önce tanımlara bakalım;
Altı okta yer alan milliyetçilik, Atatürk milliyetçiliğidir ve “ırkçılığı” reddeder.
Atatürk, “ne mutlu Türk olana, Türk doğana” dememiş, aidiyet duygusunu ve gönüllülüğü esas alan ne mutlu Türk’üm diyene” demiştir. Soya, ırka ve dine bağlı bütün ayrılıkları ve ayrıcalıkları da reddetmiştir.
Vatan, uğrunda savaşılan topraktır. Vatanseverlik, “savaşılarak” elde edilen ya da korunan toprağa bağlılıktır.
Yurt, ezelden beri yaşanılan, ya da göç yoluyla yerleşilen topraktır. Herhangi bir saldırıda kalkıp başka “il”e göç edilirse yurt terk edilmiş olur. Yok eğer, durup savaşılır, can verilir, kan dökülürse o yurt “vatan” olur. Yurtseverlik, “yaşadığın” topraklara bağlılıktır.
Dolayısıyla vatanseverlikle yurtseverlik arasında belirgin bir nüans-fark- vardır.
Ülkemizde herkes kendisini Atatürkçü anlamıyla milliyetçi olarak tanımlayabilir. CHP’nin temel ilkesi budur.
Ama, bir kısmımız kendisini, “sadece” vatansever, bir kısmımız “sedece” yurtsever, bir kısmımız da hem vatansever; hem de yurtsever olarak konumlandırabilir. Hatta bir kısmımız ise, bütün üst kimlikleri ve alt açılımlarını reddedebilir.
Bunların tamamı demokratik hak ve özgürlüklerin kapsama alanındadır. Hoşlansak da, hoşlanmasak da CHP olarak bu alanı daraltamayız.
Peki bir daha soralım;
Milliyetçi miyiz, vatansever miyiz, yurtsever miyiz?
Milliyetçiliği ırkçılığa indirgeyip, vatanseverliği ve yurtseverliği öne çıkartmanın hedefi bellidir. Hedef, CHP’nin proğramında yer alan, partimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün çerçevesini çizdiği “milliyetçilik” ilkesinin içini boşaltmaktır.
Gelelim Kürt sorununda 3. yol tartışmasına.
Bu tartışma, partimizin Kürt sorununa bir yerinden, tabiri caizse “dalmak için” açılmıştır.
Bu açılımda en önemli faktör, 31 Mart seçimlerinde, partili ya da partisiz Kürt siyasal hareketlerinden alınan desteği “kaybetme” endişesidir.
Çıkış noktası 90’lı yılların başında, SHP tarafından hazırlanan Kürt sorununun çözümüyle ilgili rapordur. Bu rapor revize edilirse, kolayca bir sonuca ulaşılacağı umudu verilmektedir.
Lafı uzatmadan söylersek, ima edilen şey şudur;
milliyetçiliği bir kenara bırakıp, vatanseverliği ya da yurtseverliği öne çıkartırsak şipşak çözeceğiz bu sorunu!
Acaba?
Bakalım;
SHP’nin hazırladığı rapor, maddi verilerdeki bir takım abartılı sayılara ve “yoruma dayalı” çıkarsamalara rağmen, zamanında oldukça doyurucu bilgilere ve önerilere sahipti.
Ama an itibariyle ve tamamen kadük-geçersiz- olmuştur.
Paradigma-sorunsal- değişmiştir. Sadece paradigma değil, siyasi iklim de değişmiştir.
Bugün, -illegal-silahlı propogandanın gölgesinde legal bir Kürt partisi vardır ve “örtülü” müttefikimizdir.
Ermeni meselesi, Kürt meselesinin çözümü için “a priori”-önsel-dir.
Kürt siyasal hareketinin legal ve illegal yöneticilerinin önemli bir kısmı Ermeni kökenlidir ve Türkiye’de siyasi mücadele yürüten Kürtlerin uluslararası bağlantıları ve destekleri dışarıda yaşayan Ermeniler ve Ermeni kökenliler üzerindendir.
ABD’nin, İngiltere’nin Almanya’nın ve Fransa’nın Türkiye’deki Kürt hareketlerine aşırı sempatisinin odağındaki kitle gerçek Kürt’ler ve Kürt kökenliler değil, Kürt, hatta sol siyasetler içinde pozisyon bulan Ermeniler ve Ermeni kökenlilerdir.
Ermeni meselesi açıklığa kavuştuğunda, helalleştiğimizde, Kürt meselesine “ivme kazandıran” Ermeni kökenli katılımı/desteği azalacak, Ermeni kökenliler de kendilerini özgürce ifade edecekler, böylece Türkiye’deki “sol” ve “sağ” siyasi kanatlar gerçek “sınıfsal” karakterlerine bürünecek ve günün sonunda Türkiye’nin
-gerçek- Kürt meselesi dosyası netleşecektir.
Öyle, milliyetçiliği alt kavramları öne çıkartarak
örselemekle; 3. yol adı altında “alavere dalavere Kürt Mehmet nöbete” türünden akademik cinliklerle yol alamayız.
Samimiyet şarttır. Tarih herşeyi kaydeder.
Umut?
Daim!
Haydi!
Metin Lütfi Baydar