Öyle görünüyor ki, ilerleyen süreçte tartışmanın boyutları uluslararası aktörleri de içine alacaktır.
Öyle görünüyor ki, ilerleyen süreçte tartışmanın boyutları uluslararası aktörleri de içine alacaktır.
İstanbul boğazına paralel bir “su yolu” fikri Osmanlıdan beri zaman zaman gündeme gelmiştir. Ancak bu fikri ete kemiğe büründüren kişi, CHP’nin resmî 3. Genel başkanı Bülent Ecevit’tir. Ecevit bu öneriyi, CHP ile yollarını ayırıp kurduğu DSP’nin genel başkanı olarak 1994 yerel seçimlerinde yapmıştır. İlginçtir, o seçimleri kazanan kişi RP adayı Recep Tayyip Erdoğan’dır. Tayyip bey, belediye başkanıyken görmezden geldiği kanal projesini, Başbakan olduktan sonra; 2011’de hatırlamış ve CB olarak 2019 yılında hayata geçirme noktasına gelmiştir. Yani 25 yıllık bir periyottan bahsediyoruz. Öyle ki, fikir ortaya atıldığında İstanbul nüfusu 8,5 milyondan biraz fazlaydı. Şimdi 16 milyonu geçmiş vaziyette.
İstanbul belediyesi 1994’de boğazın iki yakasından ibaretti.
Şimdi, Tekirdağ’dan Kocaeli’ye kadar nerdeyse orta büyüklükte bir Avrupa ülkesi genişliğinde bir alan İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yönetiliyor.
Kanal önerisi 1994’te İstanbul’dan daha çok Türkiye için alternatif bir “su yolu” projesiyken, şimdi İstanbul’u Avrupa yakasında ikiye bölen bir “hendek” önerisi görünümünü aldı.
Bir Türkiye projesi önerisi, zaman içinde yerel dinamiklerin sert muhalefetiyle yüzyüze geldi.
Projeye muhalefet eden cephenin ki, CHP olarak bu cepheye önderlik ediyoruz, gerekçeleri, birtakım dramatik vurgularla süslense de, dönemsel olarak makul ve mantıklıdır. Kanal inşaatının doğada, ekonomide, sosyolojik tabanda birtakım tahribatlar, alt üst oluşlar yaratacağı açıktır. Ama durum, diplomasi açısından biraz farklıdır.
Kanal projesiyle birlikte gündeme sokulan Montrö Boğazlar Sözleşmesinin hükümlerine yakından bakarsak “canalıcı” başka detayların olduğunu görürüz. Montrö Boğazlar Sözleşmesinin dayandığı meşru zemin Lozan Antlaşmasıdır.
Lozan Antlaşmasında Boğazların denetimi Türkiye’nin aleyhine olarak uluslararası bir komisyona bırakılmıştı ve Çanakkale’den İstanbul’a kadar iki yaka silahtan arındırılacaktı.
Mustafa Kemal Atatürk, Hatay meselesinde olduğu gibi bu durumdan da çok rahatsızdı ve diplomatik ataklarla muhataplarını ikna etti ve Montrö’de 20 Temmuz 1936 yılında, Lozan antlaşmasındaki hükümlerin yerine ikame etmek üzere yeni bir boğazlar sözleşmesini imzalattı. Böylece boğazların sivil ve askeri kontrolü Türkiye’nin eline geçti.
Kimler imzaladı sözleşmeyi, sayalım;
Yunanistan,
Bulgarista,
Romanya,
Sovyetler Birliği,
Yugoslavya,
Fransa,
İngiltere(Birleşik Krallık),
Avustralya,
Japonya.
Daha sonra İtalya da bu sözleşmeye imza koymuştur. ABD, Lozan’da olduğu gibi bu sözleşmede de taraf değildir. Sözleşme süresi ticari gemiler açısından “süresiz”, askeri gemiler açısından ise 20 yıldır ve bu süre 1956’da dolmuştur.
Süre dolduktan sonra, sözleşmede 5 yılda bir muhatap devletlerden ikisinin başvurusu ve dörtte üçünün kabulü halinde hükümlerde değişiklik yapılabilmesi hükmü olmasına rağmen bugüne dek anlamlı bir girişim yapılmamıştır. Sözleşme an itibariyle “de facto” olarak yürürlüktedir.
Peki, Kanal İstanbul yapılırsa sözleşme bozulur mu? Tabii ki, hayır!
Cumhuriyetin ilk yıllarında, sadece Karadeniz’le Marmara’yı değil, Marmara’yla Ege’yi, Anadolu’nun ortasından Karadeniz’le Akdeniz’i bağlamak için oldukça fantastik “su yolları” planları yapıldığını biliyoruz. Mesela, Türkiye’nin GAP projesini ardışık “su yolları” olarak da görebiliriz.
Şimdi esas soruyu soralım; Montrö sözleşmesini hangi siyasal atak bozabilir?
Bu sorunun cevabı sözleşmenin içinde gizlidir.
Sözleşmeye göre, boğazlar ve Marmara denizi uluslararası ulaşıma açık ama uluslararası sular kapsamında değildir.
Buradaki en kritik bölge Marmara denizidir. Marmara coğrafi tanımıyla bir iç denizdir.
ABD, Montrö sözleşmesine doğrudan taraf olamamanın rahatsızlığını taşımakta ve sözleşmeyi delmek için deniz ulaşımıyla uzaktan yakından ilişkisi olmayan başka bir konu üzerinden gitmektedir.
Nasıl? Bakalım;
ABD Türkiye’nin önüne uzun zamandır, Heybeliada ruhban okulunun açılmasıyla Fener Rum Patrikliğine “ekümeniklik” statüsü kazandırma konusunu birlikte getirmektedir.
Türkiye bunları kabul ettiğinde ikinci aşama Heybeliada ile birlikte adalar bölgesini ekümenik merkez olarak ilan etmektir.
Diplomatik statü kazandırılacak ekümenik yönetimin denizden ulaşımını garanti edecek bir şekilde Çanakkale- İstanbul arasındaki Marmara hattı tekrar “uluslararası su” olarak ilan edilecektir.
Bu durum Montrö anlaşmasını rafa kaldırır ve biz kıpırdayamayız.
Dahası, Türkiye’nin “batıya yakın” Avrupai bölgesi olan Trakya kopartılır, İstanbul’la birlikte AB’ye alınır ve armudun sapı gibi elimizde Yakup Kadri’nin tanımıyla Anadolu bozkırı, Evliya Çelebi’nin tanımıyla “Ankara Çölü” kalır. Evet demezsek bunlar olmaz. Ama başka şeyler olur. Bu da Montrö de gizli.
Onlara da bakalım;
Türkiye, ABD’den gelecek askeri ve ekonomik tehditlere karşılık boğazları kapatır. İstediğini geçirir, istediğini geçirmez.
Buna karşılık ABD ve müttefikleri Montrönün hava sahasıyla ilgili hükümlerine atfen, zorlama yaparak bölge üzerindeki hava trafiğini “kesebilir”. Türkiye’nin iki parçasını “havadan” bölebilir.
Bu durumu, güneyimizden başlatılacak bir iç savaşla tırmandırabilir.
Savaş bahanesiyle zaten 1956’da bitmiş olan anlaşmayı Marmara’nın sularına gömerler ve “Basra harap olur”
Özet olarak şunları söyleyebiliriz;
Kanal İstanbul tartışmasını bir belediye başkanımıza havale edemeyiz. Bu konu onu fersah fersah aşar. Bu iş “popülizm” kaldırmaz. Donanım gerektirir ve o donanım da partimizin “genetiğini” taşıyan merkez kadrolarımızda vardır.
Bu konu doğrudan devletin ve dolayısıyla da partimizin sorunudur.
Kurultaya giderken bu konu da partimizi yönetenler açısından bir liderlik sınavıdır.
Kemal bey, özellikle bu konuda münazara ve münakaşa havasını bir kenara bırakıp, ilgili taraflarla ve hızla “müşavere“ ve “müzakere” fasıllarına geçmek zorundadır. Tarihin ona yüklediği “acil eylem planı” görevi budur.
Yapar mı? Yapar.
Kemal bey, CHP’nin 5. resmî genel başkanıdır, “katıksız” bir vatanseverdir.
Haydi!
Metin Lütfi Baydar