CHP, Türkiye’yi yurt edinmiş “bireylerin” kulluktan vatandaşlığa, “toplulukların” ümmettten ulusa geçişini sağlayan dönüşümlerin, devrimlerin hem yapıcısı hem de koruyucusudur. CHP, Türk aydınlanmasının takibinden vazgeçemez, uluslaşma sürecinin sekteye uğratılmasına göz yumamaz.
CHP, Türkiye’yi yurt edinmiş “bireylerin” kulluktan vatandaşlığa, “toplulukların” ümmettten ulusa geçişini sağlayan dönüşümlerin, devrimlerin hem yapıcısı hem de koruyucusudur. CHP, Türk aydınlanmasının takibinden vazgeçemez, uluslaşma sürecinin sekteye uğratılmasına göz yumamaz.
Neden CHP tek başına iktidar olmalıdır diyoruz? Neden CHP tek başına iktidar olma iddiasından vazgeçemez diyoruz?
Neden Kemal bey ve arkadaşlarının “dostlar” teorisini reddediyoruz?
Bunun yanıtı için partimiz CHP’nin kuruluş dönemine ve temel ilkelerine bir kez daha yakından bakmalıyız.
Bakalım;
CHP, bir arkadaş gurubunun, şu memleketi yönetme işine kıyısından bucağından biz de girelim; emeklilik günlerimizde oturacak bir koltuğumuz, penceresinden bakacağımız bir odamız olsun diye kurdukları bir parti değildir.
CHP’yi kuran zevat, Mustafa Kemal ve arkadaşları; yeri geldi dağda bayırda, yeri geldi cephede siperde, yeri geldi efelerle buluşarak, yeri geldi beyzadelerle tartışarak, yeri geldi gerçek dostlarıyla sabahlara kadar rakı sofralarında sohbet ederek Misak-i Milli sınırlarını çizdiler ve Anadoluyu vatan, Türkiye’yi devlet haline getirdiler.
Bir cumhuriyet yarattılar. Cumhuriyeti de 6 temel ilkeyle koruma altına aldılar. CHP’yi de bu ilkelerin korunup kollanması ve takibi için görevlendirdiler.
Partimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, “Benim naçiz vücudum birgün elbet toprak olacaktır. Fakat Türkiye cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” demişti. Türkiye Cumhuriyetinin sonsuza dek yaşaatılması, CHP’nin en önemli görevidir.
Atatürk CHP’ye, resmî görevlerinin dışında, “şahsen” bir görev daha vermiştir. Görevini ifa etmesi için ayrıca bir sorumluluk da yüklemiştir.
Nedir o?
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilk milli bankasını kurdurmuş ve kuruluşuna hissedar olmuştur. Kendi hisselerinin yönetimini de bir vasiyetle CHP’ye devretmiştir. Hisseler karşılığı elde edilecek gelir CHP’nin gözetiminde eşit iki parçaya bölünüp Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumuna verilecekti.
Atatürk, hisselerini bir kanunla doğrudan hazineye devredebilir ve vasiyetinde gösterdiği amaca ulaşabilirdi. Ama onu yapmadı.
Peki neden?
Konunun iki ayağı var, tarih ve dil. Tarihten başlayalım;
Atatürk, uluslaşma sürecinin en önemli ayaklarından birisini tarih araştırmaları üzerine oturtmuştu. Atatürk, Anadolu ahalisinin köklü bir geçmişe sahip olduğunu ve bir ırktan daha çok birbirini tamamlayan medeniyetlere dayandığını düşünüyordu ve bu konudaki tezleri destekliyordu.
Nitekim Tarih Kurumunun önayak olduğu ve bugüne kadar sürdürdüğü çalışmalar, Atatürk’ün desteklediği tezleri doğrulamıştır.
Atatürk desteklediği bu tarihi tezlere paralel olarak yeni Türkiye Cumhuriyetinin temel mottosunu, ırka dayalı dar milliyetçilik kalıbından çıkartmış ve “Ne mutlu Türk olana” şeklinde değil, daha kapsayıcı ve gönüllülük üzerine oturan, “Ne mutlu Türküm diyene” şeklinde dillendirmiştir. Atatürk milliyetçiliğinin, anlamsal olarak kafatasçı milliyetçilikten ayrıştığı nokta budur.
Atatürk milliyetçiliğindeki “Türk”, Anadolu’da yaşayan bütün toplulukların sosyolojik adıdır ve “tek bir ırka” dayanmaz.
Tarih konusunda çıkartacağımız sonuç nedir? Çok net, Kemal bey ve yönetimiyle beraber partimiz CHP, başka meşveretlere daldığı için bu konudan uzaklaşmıştır.
Gelelim Atatürk’ün dilimiz Türkçe ile ilgili olarak CHP’ye yüklediği görevlere.
Bakıyoruz;
Atatürk, Türkçenin daha kolay öğrenilmesi, yazılması ve konuşulması için dil devrimini yapmıştır.
Önce Arap alfabesi yerine Latin alfabesine geçilmiştir.
Sonra dilde sadeleşme ve çağın gelişmelerine uygun yeni kelimeler, kavramlar, terimler ve tanımlar üretme çalışmaları başlatılmıştır.
Dilde zenginleşme ve kavramsal derinlikler elde etmek için Kuran dahil Arapça metinler, bütün klasik dönem edebiyatı ve Türk Tarih Kurumunun çalışmalarıyla gün yüzüne çıkmış Anadolu medeniyetleri metinleri Türkçeye çevrilmiştir.
An itibariyle 110 bin kelimelik bir hazinemiz var ve bu hazinede 15 bin civarında yabancı kökenli ama Türkçeleşmiş kelime var.
Türkçe, diğer dillerden farklı olarak söz sanatlarının ağırlıkta olduğu bir anlatım zenginliğine sahiptir ve özel ulama ve türetme teknikleriyle sonsuz sayıda kelimeye ulaşabilir.
Dil, uluslaşma sürecinin ayrılmaz bir unsurudur.
Peki partimiz CHP’nin Türkçenin kullanımı ve gelişimi konusunda kayda değer bir çabası var mı? Net söyleyelim, yok.
Parti yöneticileri Türkçeyi çok kötü kullanıyorlar buna Kemal bey de dahil.
Türkçenin en zarif kullanımını ifade etmek için dilimize yerleşmiş olan “İstanbul Türkçesi”ni bilmeyen -konuşamayan da diyebiliriz- ilçe Belediye başkanlarımız, Büyükşehir Belediye başkanlarımız var.
Öyle ki, bunların arasında, Türkçenin inceliklerini bir kenara bırakalım, bağlaçları ve yabancı sözcükleri çıkardığımızda 100 kelime ile konuşan ve terimlerle kavramları birbirine karıştıranlar, öznesi, nesnesi ve yüklemi tam olan doğru dürüst tek bir cümle bile kuramayanlar, Türkçeyi iğdiş edip kelimeleri sadece sessiz harflerle yazmayı marifet sayan “alfabetik” gençlik kuşaklarının gözdesi olmak için anlamsız gösterilere kalkışanlar da var.
Parti yöneticilerinin Atatürk’ün işaret ettiği tarih tezleriyle de uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Mesela Kemal bey, güncel sorunlar arasında sıkışıp kaldığında birgün Atatürk’ün nutkunu okuyor, diğer gün kurtuluş savaşı anılarını.
Yine bir Büyükşehir belediye başkanımız, Atatürk’ün bir vakanivüs titizliğiyle kaleme aldığı canlı tarih anlatımının eşsiz örneklerinden birisi olan Nutuk’unun, Türkiye Cumhuriyeti Tarihinin bir parçası olduğunu bilmediğini dehşetle görüyoruz.
“Mekanın yeni sahibi” tezahüratlarıyla CB adaylığına hazırlanan bu belediye başkanımız, Atatürkün Nutuk’unun, Atatürk’ün “halka hesap veren ne kadar demokratik bir lider olduğunu gösterir” bir icraatin içinden metni olduğunu ifade ederek, hem CHP’nin tarihsel geçmişinden hem de kullandığı dilin olanaklarından bihaber olduğunu göstermiştir.
Burada bir parantez açalım.Türk tarihini bilen ve Türkçeyi iyi kullanan belediye başkanımız yok mudur? Hakkını teslim edelim, dilimizi çok iyi konuşan ve hem tarihimize, hem de CHP müktesebatına hakim olan tek belediye başkanımız Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanımız Yılmaz Büyükerşen’dir. Allah uzun ömür versin diyor ve parantezi kapatıyoruz.
Kemal bey ve arkadaşları Atatürk’ün vasiyetini yerine getirme konusunda samimi olmalılar. Atatürk’ün vasiyeti devrimlerin korunmasıdır.
Tarih ve Dil CHP’nin hem sosyolojik, hem yönetimsel, hem de bilimsel bir parçasıdır. CHP’nin tamamı Kemal bey tarafından saptanan bilim kurulunda bu alanlarda “liyakat sahibi” tek bir “bilimci”-saçma sapan bir tamlama olan bilim insanı yerine bilimci kelimesini kullanmak daha doğrudur- yoktur. Aslına bakarsanız, o da yetmez. Siz eğer, Atatürk’ün vasiyetine nezaret ediyorsanız, Genel Başkan yardımcılıklarından birisini tarih, diğerini Türkçe konusunda yetkin iki şahsiyete tahsis etmelisiniz ki, CHP yönetiminin müktesebatla bağlarının kopmadığını anlayalım. İşte o zaman “elin oğlu”, Atatürk’ün dil devrimine, Arapça harflerini niye değiştirdik ki kabilinden serzenişlerle, “dil uzatmaya” cesaret edemezdi.
İşte o zaman, Tayyip bey, “ha CHP, ha hazine; ne fark eder, para aynı yerlere gidecek diyerek, Atatürk’ün CHP’ye yüklediği tarihi misyonun altını oymaya yeltenemezdi.
Konunun başına dönelim; CHP’nin tek başına iktidar iddiasına. Bu iddiaya sahip olmayan ve partinin oyunu %20’lere kilitleyip “dostlar”ın oyunu arttırmaya odaklanan bir yönetimle gidilecek yol yoktur. Batı demokrasilerinde partilerinin oyunu arttıramayan ya da belirli bir oy aralığına kilitleyen yöneticiler; başkalarının zaferinin üzerine konmaya, kapasite eksikliklerini bir hikayenin ardına gizleyip dışarıdan dost-müttefik aramaya yeltenmezler ve bizimle olmuyor diyerek görevi bırakırlar. En yakın örnek, Alman Sosyal Demıkrat Partisinin; üstelik de daha yeni seçilmişti, son genel başkanıdır. Başkan bir hanımefendidir ve partililerin ısrarına rağmen “benimle olmuyor, olmayacaktır da” deyip görevden ayrılmıştır.
Bu gidişata dur dememiz, Atatürk’ün vasiyetinin bir parçasıdır ve bu gerçek bir parti görevidir.
Dur de!
Umut? Var!
Haydi!
Metin Lütfi Baydar