13 Ağustos 2019

Türkiye Suriye sınırı, Fransızlarla yapılan bir Ankara antlaşmasıyla çizilmiştir. Hakeza Irak sınırı da İngilizlerle yapılan başka bir Ankara antlaşmasıyla çizilmiştir. Yani bu iki sınır, şimdi komşu olduğumuz devletlerle değil, onları boyunduruğu altında bulunduran iki emperyal devletle yapılan antlaşmalarla çizilmiştir. Türkiye, bu iki antlaşmanın emrivaki niteliğinden hiçbir zaman hoşnut olmamıştır.
Nitekim, Suriye sınırı, Atatürk’ün yürüttüğü ince diplomasi sayesinde, Hatay Cumhuriyetinin Suriye’den ayrılıp Türkiye’ye gönüllü iltihakıyla kısmen düzeltilmiştir.

İsmet İnönü, Lozan antlaşması görüşmelerinde Kerkük ve Musul’da referandum istemiş, İngiltere adına görüşmelere katılan Lord Curzon, diğer katılımcıları da bağlayan bir tavırla, bölge halkının cahil olduğunu, kendi kaderini tayin edecek olgunlukta olmadığını ileri sürerek bu talebi reddetmişti.

Görüşmelerin Suriye ile ilgili kısmına geçildiğinde, aynı Lord Curzon, bugünkü sınırın Türkiye tarafında kalan ve sınıra paralel geniş bir bölgede, 1915 olaylarını takiben Avrupa’ya ve Amerika’ya göç eden 300 bin Ermeninin yerleştirilmesini/iskan edilmesini talep etmişti. İsmet İnönü de bu talebi reddetmişti.

Burada bir parantez açalım;
O dönemde, gayri resmi kayıtlara göre ortodoks hristiyanlıktan Müslümanlığa geçenlerin arasında 500 binin üzerinde Ermeni asıllı “yeni Türkiye cumhuriyeti vatandaşı” vardı. Bu sayının bugün itibariyle, logaritmik olarak 5 milyona ulaşmış olabileceğini söylemek yanlış olmaz.
Eğer İnönü Lord Curzon’un talebini kabul etseydi, o bölgede, bugün itibariyle, bu sayıya ilaveten; Ortodoks hristiyan olan, 4-5 milyonluk bir Ermeni topluluğu oluşacaktı.
Ve parantezi kapatıp devam edelim.

İşte tam bu anda Lord Curzon o meşhur lafı etmiş ve mealen, “şimdi bu isteklerimizi reddediyorsunuz ama, ileride müşkül bir durumda kalıp kapımızı çaldığınızda, şimdilik cebimize koyduğumuz taleplerimizi önünüze koyarız!” demişti.
İnönü de, “ kapınıza gelirsek, önümüze koyarsınız!” diyerek tartışmayı noktalamıştı.

Bu tartışmadan yaklaşık 80 yıl sonra, aynı bölge, bu sefer mayın temizleme bahanesiyle gündeme gelmiştir. Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı döneminde ters rüzgarlara kapılan AKP iktidarı, bir yasa çıkartıp, o bölgeyi 44 yıllığına İsrail’in başını çektiği bir konsorsiyuma vermeyi planlamıştı. İhale hazırlığı yapan firmanın kamuoyuna sızan eylem planına göre, mayın temizleme işinde yabancı personel ve işçi çalıştırma izni alınacak ve iş bitiminde tarımsal işletme kapsamında iskan edilecekti. Getirilecek personelin ve istihdam edilecek işçilerin Ermeni asıllı olacaklarını kestirmek hiç de zor değildir. Lord Curzon’un cebine koyduğu talep tekrar masaya gelecekti.
Allahtan, o dönemin CHP genel başkanı Deniz Baykal oyunu sezdi ve yürüttüğü usta siyasetle yasayı Anayasa Mahkemesinde iptal ettirdi. O iptal başvurusunda Kemal Kılıçdaroğlu’nun da, grup başkan vekili olarak imzası vardır.

Suriye Meselesi, Irak/Kürt meselesiyle birlikte Lozan’dan bu yana tam halledilememiş iki mesele olarak “hala” karşımızda durmaktadır ve Türkiye’nin zayıf anını kollayan emperyal devletlerin fasılasız/aralıksız takibi altındadır.

Biz CHP olarak bu meseleye, tarihi bağlamından ayırarak bakamayız.

Ne diyor tarih?

Bakalım;

  1. Irak, İngilizlerin sınırlarını çizip, yönetimini tabiri caizse “atadığı” çok halklı bir devlettir. Devletin, sosyolojik ve idari tabanı federatiftir.

  2. Irak, kurulduğundan bu yana totaliter bir devlet yönetimine sahip olmuştur, modern anlamda bir demokrasiyle hiçbir zaman tanışmamıştır.

  3. Irak’ta uluslaşma süreci de, eğilimi de yoktur.

  4. Aynı durum Suriye için de geçerlidir. Burada hakim devlet Fransa’dır ve başından beri yönetim biçimi totaliterdir. Şimdiki Cumhurbaşkanı da görevi babasından devralmıştır, meşruiyetini göstermelik seçimlerle

    halka dikte etmiştir.

  5. Suriye de, aynen Irak gibi uluslaşma sürecini yaşamamıştır.

  6. Suriye de, modern anlamda demokrasiyle tanışmamıştır.

Türkiye, 95 yıl önce İngiltere ve Fransa’nın; iki emperyal devletin tabiri caizse attığı kazığı sineye çekemez.

Ve Lozan antlaşmasının doğrudan yazılı hükümlerinden, açık hüküm olmayan hallerde dolaylı “doğal hukuk” yorumlarından hareketle, müdahil devlet konumundadır.

Her iki komşu devletin bütünlüğünün bozulduğu açık seçik ortaya çıktığında ki, fiili durum budur, hem diplomatik, hem de askeri olarak her türlü hakkını kullanmak zorundadır. Bu konu bir “devlet meselesidir”, partiler üstüdür ve asla ve kat’a, ne iktidar tarafından, ne de muhalefet tarafından iç politika konusu yapılamaz.

Bu bilgilerin ışığında Suriye meselesine biraz daha yakından bakalım.

Suriye de olan nedir?

  1. Totaliter Esat rejimine karşı Sünni unsurlar, ABD’nin estirdiği Arap baharı rüzgarına kapılarak ayaklanmıştır.

  2. Bu ayaklanmada iç dinamikler, şüphesiz ki dış tahrikle harekete geçirilmiştir.

  3. Yapay olarak birarada “tutulan” farklı etnik ve mezhep mensupları arasındaki fay kırıklıkları derinleşmiş ve araya tamamen kurgu bir IŞİD örgütü çıkartılmış ve adeta bir fünye gibi patlatılarak Suriye’nin zaten zayıf ve kırılgan olan toplumsal bütünlüğü paramparça edilmiştir.

  4. Bu parçalanmayı fırsata dönüştüren etnisiteler de, başta Kürt’ler olmak üzere, emperyal devletlerin “aşırı” desteğiyle nüfuslarıyla ters orantılı bir şekilde geniş alanları kontrol altına almışlardır.

  5. Çoğunluğu Sünni olmak üzere, Araplar, Türkmenler ve Kürtlerle birlikte hristiyan azınlığın bir bölümünden oluşan Suriye nüfusunun üçte birinden fazlası, ülkeyi terke zorlanmıştır.

  6. O kadar ki, Suriye “üniter” bir yapıyla ve yeniden tek bir parça olarak toparlanamayacak kadar “dağıtılmıştır”

Şu an itibariyle ülkemizde 4 milyona yakın kayıtlı Suriye vatandaşı, mülteci olarak bulunmaktadır.
Bu mültecilerin büyük bir bölümü, süregiden ve ne zaman sönümleneceği belirsiz bir iç savaşın esiri olarak, geri dönmenin umutsuzluğunu yaşamaktadırlar ve kendilerini kabul edecek yeni bir vatanın arayışındadırlar.

Gerçek budur.

Kalmak isteyene, zorla ya da güzellikle “kalk git” diyemeyiz.

Öncelik, mülteciler açısından geri dönülecek kadar güvenli bir ülkenin varlığını uluslararası güvenceye bağlayacak kapsamlı bir antlaşmadadır ve bu süreçte Türkiye, tarihsel sorumluluğu ve haklarıyla “baş aktördür”. Aksi düşünülemez.

İşte Suriye ile ilgili toplanması düşünülen konferansın oturacağı tarihsel ve sosyolojik taban budur.

Bu konu, çalakalem girilecek bir konu değildir. Konferans derken çanağı çömleği kırmayalım.

Türkiye’deki kalıcı tarafı ağır basan Suriyelilere gelince;
onların, gerek komşu olduğumuz diğer ülkelerin Ermenistan dahil tamamıyla, gerekse uzakdoğudan Afrika’ya uzanan geniş bir coğrafyada Şii ya da Sünni ağırlıklı müslüman irili ufaklı birçok devletle kurduğu ve kuracağı ticari, sosyal, kültürel ve siyasi ilişkilerin taşıdığı potansiyeli başka ve daha kapsamlı bir yazının konusu olarak bırakıp noktalayalım.

Umut var mı?

Umut hep var!

“Umut” sadece ve sadece, alttakilerin, ezilenlerin, zorbalıkla yönetilenlerin hasretini simgeler.

Yönetenler/önderler ise umut etmezler, edemezler; hedefi belirleyip üstüne yürürler.

Haydi!

Metin Lütfi Baydar