Aslında partimiz CHP’nin müktesebatında Ayasofya’nın statüsü esaslı bir yer tutar. Ama Kemal bey ve ekibi bu muktesabattan pek haberli değiller.
Yakın geleceğe ilişkin siyasi öngörülerini - CHP’yle değil millet ittifakıyla (!) iktidar - gerçekleştirmek için sürekli “sağa göz kırpmanın” getirdiği bir basiret bağlanmasıyla; partinin arşivlerine girip, gerçeği araştırıp önce partililere sonra da kamuoyuna doyurucu bir açıklama yapmaktan özenle kaçınıyorlar.
Geçmişi iyi okumadan geleceğe ilişkin politika geliştirmezsiniz. Tarihi, sizin istediğiniz yıldan başlatamazsınız.
Tarihte, istemediğiniz, beğenmediğiniz, öğrenilmesinde sakınca gördüğünüz zaman aralıklarını keserek, “baş”ı ve “son”u “güzelleştirilmiş” bir kurguyla birleştiremezsiniz.
Tarih neyse odur; kesintisiz bir süreçtir, nesneldir, öznel değildir.
Ayasofya konusunu tarihi bağlamında ele almalıyız. Türkiye Cumhuriyetinin ilanından 11 yıl sonra 1934’te Ayasofya’nın kullanımı cami statüsünden müze statüsüne dönüştürülmüştür.
Atatürk’ü bu kararı almaya iten “tarihi” koşullar nelerdi?
Bakalım;
Atatürk, emperyalist devletlerin 1. Dünya savaşından sonraki paylaşımı pek beğenmediklerini ve İkinci bir dünya savaşına hazırlandıklarını kestiriyordu ve bunu beyan etmişti.
Yaklaşan savaşın yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti aleyhine yaratacağı tehlikeleri bertaraf etmek için esaslı bir dış politika atağına girişmişti.
Bu amaçla ABD, İngiltere, İtalya gibi devletlerin gözlemci statüsüyle katıldığı bölgesel kalkınma ve saldırmazlık anlaşmalarını -Sadabat Paktı, Balkan Antantı vb- yaptı.
O dönemin yükselen iki diktatörü Mussolini ve Hitler’dir. Mussolini İtalyasının Ege’deki 12 adalara sahip olduğunu ve boğazlar üzerinden Karadeniz’e çıkmak için fırsat kolladığını, Hitlerin de Karadeniz’e ulaşıp boğazlar yoluyla Akdeniz’e inme planları yaptığını hatırda tutmalıyız.
Paralel olarak kuzey komşumuz SSCB’nin-Stalin’in-boğazlara el atmak için fırsat kolladığını da olası tehditlere eklemeliyiz.
Tehditlerin en vahimi Lozan anlaşmasıyla tespit edilen “boğazların statüsü”dür.
Boğazların statüsüne göre İstanbul ve Çanakkale boğazları doğrudan, Marmara denizi dolaylı olarak uluslararası bir komisyonun denetimine verilmişti ve Atatürk bundan son derece rahatsızdı.
Atatürk, zamanın Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ı dış temaslarda, özellikle Misakı milli dışında kalan güneyimizdeki Hatay, Musul, Kerkük vilayetlerinin barışçıl yollarla alınması ve İstanbul ve Çanakkale boğazlarının uluslararası statüsünün kaldırılmalarıyla ilgili olarak bizzat görevlendirmiş ve yönlendirmiştir.
Tabii bu arada genç Türkiye Cumhuriyetinin görece güçsüzlüğünden bilistifade Vatikan’ın Ayasofya’nın katedral yapılmak üzere kendilerine verilmesine ilişkin doğrudan ve dolaylı yollardan ulaştırılmış talepleri de yeterince can sıkıcıydı.
Boğazların statüsünün yeniden belirlenmesinde en belirleyici örgütlenme 1934 şubatında kurulan Balkan Antantı’dır. Bu antant, Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya arasında imzalanmıştır.
Atatürk, Ortodoksluk için hayati önemde olan Ayasofya’yı müze statüsüne dönüştürerek özellikle Balkan Antantı’nın -Ortodoks-doğrudan, Vatikan’ın -Katolik-dolaylı desteğini almış ve 1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar Sözleşmesiyle, Lozan anlaşmasında Türkiye aleyhine açık kalmış bir kapıyı kapatarak milli egemenliği pekiştirmiştir.
İşin en önemli yanı Atatürk bu kararı “tek başına” almıştır.
Boğazların statüsü değiştirilmemiş olsa idi, 2. dünya savaşında önce Hitler ve Mussolini, sonra da Stalin Türkiye Cumhuriyetinin üzerinden silindir gibi geçeceklerdi.
Ayasofya’nın 1934’te müze yapılmasının ülkemizdeki aydınlanmaya katkılarını görmezden gelemeyiz.
Devleti yöneten iradenin iç politikada “romantizm”i -aydınlanma-, dış politikada ise “realizm”i -gerçekçilik- bir bütün olarak uyguladığını ve bu sayede bugünlere gelebildiğimizi unutmamalıyız.
Peki bugünlere gelirsek Ayasofya konusundaki tavır değişikliğini nasıl değerlendirmeliyiz.
Önce mevcut konjonktüre bakalım;
Türkiye Cumhuriyeti devleti, dünyadaki değişen dengelere bağlı olarak, birden çok seçenekli dış politika hamlelerine yöneldi.
Bu yönelişi sadece Tayyip bey üzerinden okumak tarihi gelişime uygun değildir.
İktidarda kim olursa olsun ülkemiz, özellikle Irak, Suriye, Doğu Akdeniz, Ege ve Libya konularında karşıkarşıya olduğumuz sorunlarla yüzleşmek zorundaydı.
Bu durum esas itibariyle Atatürk’ün dış politikamızı oturtmak istediği çerçeveyle uyumludur.
Çünkü o, Batının Lozan Antlaşması öncesinde ve sonrasında yaptığı “emrivakiler”den, iç kışkırtmalardan rahatsızdı.
Atatürk, yurtta sulh, cihanda sulh” derken; iç bütünlüğümüzü korursak, iç çatışmaları durdurursak, dışarının içeride karışıklık yaratmasına fırsat vermezsek-yurtta sulh-, hiçbir cephede “düşmanla” savaşmak zorunda kalmayız-cihanda sulh-” demek istemiştir. Yoksa bazılarının anladığı gibi, içe kapanalım; dışarıda da, tabiri caizse tavşan boku gibi hiçbirşeye karışmayalım, dememiştir Atatürk.
Bugünlerde “nutuk” a göz atan her “gerçek” partili bunları rahatlıkla görebilir-di-.
Türkiye Cumhuriyeti devleti -Tayyip bey gibi görünse de, gerçek farklı- Ayasofya’yı tekrar ibadete açmakla neyi amaçlamış olabilir?
Ona da bakalım;
Fener Rum Patrikliğinin ekümeniklik iddiası özellikle ABD’nin desteği sayesinde ete kemiğe bürünmek üzeredir.
Montrö boğazlar sözleşmesinin süresi bitmiştir ve uygulama fiili olarak devam etmektedir.
Ekümeniklik merkezi olarak seçilen yer İstanbul’un Adalar bölgesidir ve Marmara’yı Türkiye’nin içdenizi olmaktan çıkartıp uluslararası sular kapsamına alınmasını takiben Patrikliğe uluslararası özerklik istenecektir.
Bu çerçevede Ayasofya’nın; tıpkı Vatikan’ın dünya katolikliğinin merkezi olması gibi, dünya ortodoksluğunun merkezi olması ve diplomatik dokunulmazlık zırhıyla Türkiye’den alınması hayal edilmektedir.
Türkiye Ayasofya’nın cami statüsünü bilinenin aksine hiçbir zaman değiştirmemiştir.
Ayasofya, Türkiye Cumhuriyeti tapu kayıtlarında ta başından beri “cami” olarak tescil edilmişti.
Konjonktürel olarak ibadete kapatılmıştı ve konjonktürel olarak ibadete açılmıştır.
Peki iktidar, Tayyip bey bu değişiklikten siyasi rant elde edebilir mi? Evet edecektir, hem de fazlasıyla!
Kemal bey ve arkadaşları bunu önleyebilirler miydi? Evet önleyebilirlerdi!
CHP müktesebatına bir göz atıp, zamanında, hem partilileri hem de kamuoyunu bu şekilde bilgilendirselerdi, büyük Atatürk’ün günümüze kadar uzanan vizyonuna hakim olduklarını göstermiş olurlar ve halkın tam desteğini alırlardı.
Onlar en kolayını yaptılar; susarak, kem küm ederek fırtınanın dinmesini beklediler.
Görünen o ki, Kemal bey ve arkadaşları, diğer bütün konularda olduğu gibi bu konuda yaşanan savrukluklar "buna içten pazarlıklı olmak da diyebiliriz" devam ederlerse, fırtına daha da sertleşecek ve küçük bir koyda "Bilkent Odeon" binmeyi umdukları parti içi iktidar “taka”sı çıkılabilecek güvenli bir liman "genel iktidar" bulamayacaktır.
Umut?
Momentum!
Haydi!
Metin Lütfi Baydar